Dün Bayrak'ı izlemek üzere Krek'e gittik. Seyrettiğim en iyi oyunlardan biri değildi ama bayağı güzeldi. Canan Ergüder'in çıldırmaları çok gerçek, Okan Yalabık'ın "hassiktir!"leri çok içten, "hoşgeldin"ler çok manidardı.
Ne var ki, biz en arka sıradaki beş kişilik seyirci grubunu da en az oyundaki kadar gerçek çıldırmalara sevk eden, önümüzdeki beş kişilik seyirci grubuydu. Önümüzde oturanlar, gelmiş geçmiş en görgüsüz ve terbiyesiz tiyatro seyircileri olsa gerekti: Tüm oyun boyunca konuşmak ve oyunda gördükleri her şeyi birbirlerine anlatmak, sürekli kıpırdanmak, su içmek ve gülüşmek suretiyle bizi ve salondaki herkesi deli ettiler.
Gidenler bilir, Krek'te oyun bir cam vitrin içinde oynanır ve seyircilere girişte kulaklık dağıtılır. Oyunu kulaklıkla dinlersiniz. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğu tartışılabilir, çünkü kendinizi anneniz babanız uyanmasın diye bilgisayarda film izler gibi de hissedebilirsiniz. Öte yandan, kulaklık sayesinde oyuna uygun ve isabetli seçilmiş fon müziğini ve oyuncuların fısıldaşmalarını dahi kaçırmadığınıza emin olursunuz. Muhtemelen bu durum oyuncuların da işine gelmektedir; sahnedeyken, tüm tiyatro salonuna yayılması gereken bir fısıldaşmayı bağırmadan seslendirmek zor olsa gerek.
Sonuç itibariyle, hepimizin kulağında sesi sonuna kadar açılmış kulaklıklar olmasına rağmen, önümüzdeki insanların kulaklığın içinden geçen muhabbetleriyle dikkatimizin dağılmaması mümkün değildi. Önümüzdeki beş kişi, iki ayrı gruptan oluşuyordu. Kulaklığını alırken neden kimliğini vermek zorunda olduğunu tartışan bir modern görünümlü baba ile kemik gözlüklü, elinde Starbucks tumbler'ıyla gezen yirmi yaşlarında hipster görünümlü kızı (anne, ilk perdenin ortasında paldır küldür kalkıp dışarı çıkmış, sonra da kapıya yakın bir yerde oturmuş olduğundan yanlarında değildi) ilk grubu oluşturuyordu. İkinci grupta ise şunlar vardı: Yetmiş yaşlarında -yani yeni tiyatro akımı için bedenen ve belli ki ruhen yaşlı kalmış- bir kadın; kafasına batik şal doladığı için entel olduğunu zanneden fakat dantel olmaktan öteye gitmeyen, oyunla ilgisiz olduğundan mı yoksa oyunu çok iyi bildiğinden mi bilmiyorum, kulaklık takma ihtiyacı hissetmeyen bir kadın ve başka bir kadın daha. Bu son kadında bir olay yoktu, yanındaki batik kafanın söylediklerine kıkırdamak dışında tamamen etkisiz elemandı.
Bu seyircilerin yüz karası grubun hemen önlerinde oturarak oyunu seyreden Şener Şen bile, kulaklıklarını kulağına göstere göstere ve iyice bastırarak onları yola getirmeye çalıştı. Ben kendisi gibi bir salon insanı olmadığım ve pasif agresyona inanmadığım için, önce yüksek perdeden "şşşt"ledim. Ne kadınlar, ne de baba-kız üstüne alınmadı bu uyarıyı, yüksek sesle"bize demiyorlar ki, biz konuşmuyoruz ki" diyerek önlerine döndüler tekrar. Az sonra kız yine babasına dönüp oldukça uzun bir tirada girişince "biraz konuşmaz mısınız, lütfen ama" diye atarlandım. Kız kemik gözlükleri üstünden dik dik bana bakıp anlamadığım bir şeyler söyledi. Her lafı böyle geveliyorsa, o yüzden uzun sürüyordur babasına meramını anlatması ve o yüzden susmuyordur, diye düşündüm.
Bu arada, oyunun orta yerinde durduk yere alkış tutturan şahsı filan hiç saymıyorum, o bizim yurdum insanının her haltı alkışlama alışkanlığından nasibini almış kırolarından biriydi sadece ve gülüp geçtik ona.
Çıkışta, bizimkiler kapının önünde sigara içerken baba kişisi gelip tam dibimizde bir süre dikildi. Bir şey söyleyecek sandım, ama ağzını açmadı. Kızı ağzını açsaydı ona sadece gülecektim, fakat eğer baba bir şey söyleyecek olsaydı, ona tiyatro konsepti ve çocuk yetiştirme konularında verecek çok cevabım vardı. Konuşmadık bunları; demek ki baba hayatına aynı mal baba, çocuk da aynı "özgür bırakalım ki istediği yerde bağırsın çağırsın" şımarık yetişme tarzından gelen züppeliğine devam edecekti.
Senin özgürlüğün, benimkinin başladığı yerde biter,
lafını hatırlattı Tsum.
Kabul etmeliydim: Dünyayı ben düzeltemiyordum ve bu dünya, bazen benim keyfimin içine ediyordu.
İnsanları hizaya sokmak için yazılı veya yazısız belli kurallar vardır. Mesela, Ankara'da şöförler berbattır. Ankara'da şöförlerin berbat oluşu, çevreyoluna aylarca şerit çekilmemesinin; kırmızı ışıkta geçenlere, en sağdan göbeğe girip sola dönenlere ceza kesilmemesinin sebebi değil, sonucudur. İstanbul'da şöförler daha öfkeli olmalarına rağmen daha düzgün araba kullanırlar; çünkü öyle yapmak zorundalardır. 3 şeritlik yere 6 araba girmek gibi Ankara Ulus'sal saçmalıkları kaldırmaz İstanbul trafiği. O daha öfkeli sürücüler, oracıkta tekme tokat girişebilirler birbirlerine. Trafik kuralları aynıdır ama trafiğin daha düzgün akması, yazısız kurallara bağlıdır.
Dün gece Krek'teki sorunun bir kısmı, seyircinin bu grup gibi insanları dışlayacağı, onlara kötü kötü bakacağı ve onların da ders alıp, hayatlarına bu utançla ve sessiz olarak devam edeceğine güvenmekten kaynaklanıyor. Benim hiç gocunmadan hatırı sayılır bir ücret ödediğim tiyatro keyfimin içine edilirken, kulaklığından ses gelmiyor diye veya tüm uyarılara rağmen siyah tuşa basıp sesi kesti diye (insanımız merak eder çünkü yapmamaları söylenen şeyleri yaptıklarında ne olduğunu) insanların yanlarında bitivermeye hazır görevli çocuk, salondaki uğultu karşısında kılını bile kıpırdatmadı. Krek'in müşteri kaçırmama politikası bu olabilir ve bunu tartışamam. Sadece şunu söyleyebilirim: Yarın Krek'e bir biletim daha var. Aynı rahatsızlıkları tekrar yaşarsam, Krek usturuplu 1 (bir) tiyatro seyircisinden mahrum kalmış olacak.
1 seyirciden hiçbir şey olmaz gibi gelir... de, denizyıldızı hikayesidir bu.