Çay:
Fa çāy چاى 1. yapraklarından içecek yapılan bir bitki, camellia sinensis, 2. bu bitkiden yapılan içecek (= Rus çay a.a. ) ~ Çin ça' 茶 a.a.
Çin kökenli olan bitki 17. yy ortalarına doğru Batı Avrupa ve Rusya'da tanındı. Asya ve Doğu Avrupa dillerinde Gwangdong lehçesinden alınan ça' biçimi yaygınken, Batı Avrupa dillerinde aynı sözcüğün Xiamen lehçesinden Holandalı tüccarlar vasıtasıyla alınan tê biçimi benimsenmiştir. Türkçe sözcük doğrudan Portekizlilerden, veya Portekiz vasıtasıyla ulaştığı Hindistan'dan Farsça yoluyla alınmış olabilir.
Türkçe sözcük ilk kez Damadzade Ahmed Efendi'nin 1731 tarihli Çay Risalesi'nde yaygın kullanım buldu.
Türkiye'de Çay:
"Anadolu'da çay içme alışkanlığı başlangıcının 17.yy.'a kadar gittiği bilinmektedir. (...) Şu anda, toplanan yaş yaprağın %65'i Çaykur'a ait 45 yaş çay fabrikasında işlenirken, özel sektöre ait olan ve sayılarının 300'ün üstünde olduğu tahmin edilen irili ufaklı yaş çay fabrikaları ile toplam yaş yaprağın %35'i işlenmektedir. Mevcut üretimle iç talep tamamen karşılandığı gibi ihracat da yapılmaktadır."
"gel de aşkımdan köpek ol sürün demedik amk yani. ama işte eğlenirdik, sohbet ederdik, belki bir şeyler içerdik. ne var fena mı olurdu?"
Çay içebilirdik mesela; aslında tek istediğim çaydı. Türkiye'de ne çok bulunan, yetmezmiş gibi yurtdışından da şekillerce getirilen çay. Demlik poşeti, sallama, bergamutlu, naneli yeşilli, rezene, papatya filan değil; dümdüz lan, dümdüz bir bardak demli çay. (Bir dümdüz çay hiçbir zaman dümdüz bardakta verilmemelidir gerçi.)
Ama içemedik o çayı, içmek istemedi adam. Ben benzetmenin karşılayabileceğinden çok fazla çayı, hep yalnız içtim. Acaba kahve mi demek icap ederdi en baştan? Benzetmenin gerektirebileceği kadar kahve içebilir miydik?
Bilmiyorum. Hiç bilemeyiz. Cevabını bilme ihtimalimiz olmayışı zaten bana bunu yazdıran. Sıcak bir yaz günü, daha da sıcak olarak ama; harareti alsın diye yazılarak. Yazı, harareti alır.
Güzel bir hikayemiz olur sandımdı. Belki de olurdu. Asıl önemli olansa, bizim -ikimizin de- herhangi bir hikayeyi güzel anlatacak olmamızdı. Anlatırdık çünkü, bal gibi de okurdunuz.
Ben herhangi bir hikayeyi güzel anlatacak adamları sevdim hep. Sevmemek için bir fırsat verilmediyse bana, o zaman da çay kadar seveceğimi sandım onları. (Sevmek de ne korkutucu kelimedir bazısına, değil mi efendim, hoşlanmak diyelim biz ona, gönül kayması filan. Tamam korkma. Geçti.)
Skor tabelasına gözleri dikmiş seyirci gibi, her artan sayıda sevindim. Daha bana anlatılmadan birçok şeyi biliyordum; sinir olacağı, acayip kıskanacağı şeylerle karşılaşacağını bilerek insanı araştırmanın müthiş bir tarafı vardır: Zeytinyağlı yemekteki toz şeker veya bitter çikolatadaki acı biber gibi.
Kendim de yapmadım üstelik, ben anlattım, başkaları daha çok merak edip didikledi. Biliyorlardı, anlattığım adamlar bir süre orada (burada?) bir yerde kalacak demekti, ben daha anlatacağım, bok varmış gibi onlar da beni her gördüklerinde soracaklar, bir süre sonra o soruya cevap vermenin beni üzdüğünü fark edip tarihin tozlu sayfalarına bir adam daha gömeceklerdi ama biliyorlardı yine de, ben boşa ve boşuna bahsetmezdim kimseden. Yüzümde yok yere bir sırıtış olmazdı, zaten ben herhangi bir anda gülerken objektiflere yakalanan biri değildim. Objektiflere yakalanmadığımdan bir, herhangi bir anda gülmediğimden iki.
Dalga da geçtiler benimle pezevenkler. "Sorry bro!"ların arasında parantezli harfler, "800 olduk mu?"lar filan. Kızmadım ama. Bana zaten bildiğim şeyleri hatırlatan şeylere kızmam ben. Hem daha o zaman kabullenmemiştim çay muharebesini kaybettiğimi.
Kaybetmek de denemez ya buna.
(Bu da züğürt tesellisi.)
Yok yok, kaybedecek bir şey yok ve hiç olmadı.
Yok yok, korku da yok zaten.
Sadece karın ağrısı.
(noktası 08.07.2012'de Heybeliada'da konan eski yazı)
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder