Bir video izliyorum. Acayip gülmüşüm. O kadar mutluydum ki -mutluymuşum diyemeyeceğim, hatırlıyorum-, uzun süre sonra anadilimde konuştuğum dostlarım bilgisayar ekranında değil karşımdaydı, rakı sofrası vardı; kendi kendime, odamda çalmak zorunda değildim dinlediğim müziği çünkü bak içeriden geliyordu en sevdiğimiz fasıllar, benim için bir kestaneli pasta vardı (sevdiğim pastalar mevsimlere göre değişiklik gösterebilir), hava bile mevsim normallerinin üstündeydi ki bu kadar olur. Bir de beni görmeye gelen bir adam vardı, “seni özledim” demişti ben uzaktayken, ben de inanmak istemiştim. İnanmıştım da herhalde, başka programlarını bozup da bana geldiğine, kendi arkadaşları yerine hiç tanımadığı insanların arasına girdiğine göre, diye düşünmüştüm, sarhoşluk özlemesi değilmiş o. Gülerken elimi omzuna koymuşum videoda. O kadar uzun zamandır elimi beni özlediğini söyleyen aile bireyi ya da dost dışında birinin omzuna koymuştum ki, biraz da onun için gülüyordum, o belli (o sadece bana belli).
O adam ertesi sabah kalkıp gitti. Ne oldu ben de bilmiyorum. Çünkü size gelen adamlar bazen sadece gelir, sonra da giderler. Çok da bir şey soramazsınız, o zaman çok büyüttüğünüzü sanırlar. Zaten büyüteceğinizi düşünerek kaçmışlardır. Onları rahat bırakmamak size (de) rahatsızlık getirir. Bu kadarını bilmek için bu durumları öyle çok da tecrübe etmiş olmaya gerek yoktur.
Oluruna bıraktığım hiçbir su, yolunu bulmadı hayatta. Ah, pardon; işten kovulmam, bir de bir ara yazmak üzere beklettiklerimin üzerine onları doğrulayacak bir şeyler eklenmesi ve sonuçta, sağlamalarının yapılması, ortaya daha gerçek, böyle elle tutulan, kanıtlanan yazıların çıkması… Bunlar oldu. Oluruna bırakmadıklarım da yolunu bulmadı, o zaman ben daha çok yoruldum. Bırakmak lazım demek ki. Bu zorlamamalar, sormamalar da oluruna bırakmanın parçaları işte.
///
Sen bana hitaben iki satır yazmamışsındır bugüne dek, mesajlarıma bile cevap vermemişsindir belki ama o kadın için videolar çeker, onu kıskandırmak için başka fotoğraflara girer, icabında rotanı değiştirirsin. O kadın, o daha bugün tanıştığın, on beş gün yaşadığı şeyleri hayati bir deneyim gibi anlatan ve senin de soru üstüne soru sorarak anlattırdığın (bana o soruların hiçbirini sormadığını söylememe bilmem gerek var mı?), seninle aynı müzikleri dinlemeyen, senin cümlelerini tamamlamayan, aklının sınırlarını, çağrıştıklarını, az sonra güleceğin şeyi bilemeyen kadın için vardır bunlar hayatta. Bunlar bir haktır. O kadar da olağanlardır ki üstelik, kadın başka kimin kalbini kırdığını bile umursamaz.
Bazı insanların hayatı, şeylerin yıllara yayılabildiğini görme çaresizliğinden uzak geçmiştir.
///
Bir eşiği geçtiğimizin sabahıydı, bir fotoğraf çektim. İnsanın geçene kadar çok önemsediği ve gözünde büyüttüğü, olup bittikten sonra da içten içe aslında geçmek istemediğini fark ettiği ya da belki de sadece o an yalnız olmanın (yine yalnız olmanın) hüznünün galip geldiği bir sabah, dünyanın ilk kez ayak basılan bir çarşısındaki bir fotoğraf, yerde biri kendiliğinden oluşmuş, diğeri endüstriyel iki küçük kalp. Kendimi birazcık iyi hissetmiş ve yabancı bir memlekette tek başıma dolanmanın da güzel olabileceğini hatırlamıştım. Neredeyse tüm dükkanların kapalı olduğu bir şehirde, hediyelik eşya dükkanından hediyelik eşya olsun diye yapılmış bir buzdolabı mıknatıslı not defterciğiyle kalem alıp, nehir üstünde salınan teknelere gitmiştim içmek ve yazmak için. Yazmak bana çok iyi gelmişti, içkiye atfedememiştim bile bu iyileşmeyi.
Bugün bir fotoğraf gördüm, yerde kendiliğinden oluşmuş bir kalp. Çimento ya da kaplama malzemesi her ne ise kırılmış, tam da kalp şeklinde kırılmış, kırıkları da içinde duruyor. Ve bunu sevinçle, sevgiyle paylaşmış biri. Tıpkı benim yaptığım gibi, ama bir farkla, benimkisi etiketsiz. +0. Üstünde sadece benim adımın yazdığı davetiyeler gibi, çok tatlı, pek şeker ve dümdüz.
Keşke “insan kalbi en fazla 7 kez kırılabilir” gibi bir şey olsaydı, bu gerizekalı kalbin bir parça kağıt kadar aklı olsaydı da kendine bir katlanma sınırı koysaydı.
21 Temmuz 2016, Heybeliada
0 yazmadan duramayan var!:
Yorum Gönder