... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

Dalgalanmadan duruldum.


Burada yalnız olacağımı az çok tahmin ediyordum ama bu kadar yalnız kalacağımı hiç düşünmemiştim. Çalışırken, dolaşırken, yiyip içerken... Kimse yok yanımda. Kimse.

Burada tanışıp, görüşmek için iki üç kez yokladığım insanlardan ses çıkmadığında, peşlerinden koşabilecekmiş gibi hissetmiyorum. Onu yapmaya mecalim yok. Peşinden koşma işini bir süre önce bırakmıştım; birilerini görmek için hep benim uğraşmam gerektiğini ve bunun karşımdaki insanda iticilik dışında herhangi bir duygu uyandırmadığını anladığımda... O yüzden sık sık "sen bilirsin" çıkıyor ağzımdan. Sen bilirsin. Görüşmeyelim mi? Sen bilirsin (ısrar etmeyeceğim). Beni aramayacak mısın? Sen bilirsin (ben de aramayacağım). 

Fazla alıştırmışım, hep benden bekliyorsunuz. 

Arkadaş edinmek konusunda ilk kez bu kadar zorlanıyorum. Küçükken, ilkokuldayken filan hatırlıyorum da, sokağa çıkıp herhangi biriyle konuşmaya başlamak, oyunlarına katılmak kolaydı. Sonrasında da öyleydi. Ama o insanlar bildiğim insanlardı, bildiğim gelenekler, tahmin edilebilir tepkiler... Arama mesafe koymak zorundaymışım gibi hissettiğim için sık sık aramadığım buranın yerli adamları (çünkü evlenme teklifleriyle sonuçlanan muhabbetleri sevmiyorum ve/veya umrumda olmayan kişilere bile "ben senden hoşlanmıyorum" demek zor geliyor) ya da zaten üç beş kişi bir arada yaşadıkları için bir de beni planlarına dahil etmeyi külfet sayan yabancılar gibi değillerdi.

Tsum'la konuştum geçen gün. Dinginleşmişsin, dedi tam kapatırken. Düşündüm bunu sonra. Dinginleşmek istiyor muydum ben? Ne zaman dalgalandım ki şimdi duruluyorum? Galiba tam tersini ummuştum, onu fark ettim. Beni hiç tanımayan arkadaşlar edinebilirdim burada. Edinemedim. Gerzekçe bir neşeye bürünemedim. Kendi kendime beceremedim bunu yapmayı. Sadece kendimi eğlemeyi becerebildim; kendi kendime müzik dinlemeyi, dizi izlemeyi, kitap okumayı, çimlerde uzanmayı, yürümeyi, hatta konuşmayı becerebildim. Kendi kendime zaman geçirebildim, o kadar. Giderek daha da dinginleşmem şaşırtıcı değil. Katılaşıyorum.

Bunu yazarken bile sıkıldım. Uyusam keşke, saatlerce uyusam. Hiç sürpriz yoksa, hiç alarm da olmasın.
("No women no cry"ı yanlış anladığımız gibi, Radiohead'i de yanlış anlamış olabiliriz. Düşünün bunu.)

Yok Öyle Kararlı Rüyalar

İstanbul'daymışım. Lisemin ufak bahçesinde, Lale Günü, pilav günü gibi bir toplaşma, bir kalabalık var akşam. Arkadaşlarımdan biri haber veriyor, teröre karşı toplanıyormuşuz, Yok Öyle Kararlı Şeyler de sahneye çıkacakmış. İyi ya gidelim bari, diyorum. YÖKŞ gerçekten de şarkı söylüyor ama sahneye filan değil, binanın merdivenlerine çıkmışlar sanki bize İstiklal Marşı söyletecek gibi, güzel de söylüyorlar. Etrafta politikacı görmüyorum pek, bu kez "teröre karşı"lık bir miting haline gelmemiş demek ki. "Eyvallah"ı filan da söylüyor YÖKŞ, o şarkıyı söylerken Duman'a benzetiyorum kendilerini.

Yanımda Gürcan, Askı ve geowyns var; hiçbiriyle aynı liseye gitmediğim gibi biriyle yüzyüze tanışmadık bile daha (rüya aleminde tanışmışız demek ki). Sonra bir ara, tepemizden paket paket mendil yağıyor, helikopterden mi atılıyor nedir, neden mendil, onu da bilmiyorum. Benim yanımda bir omuz çantası, bir de spor çantam varmış, sanki birkaç gün bir yere gidecekmiş gibi hazırlanmışım. Spor çantasını yere koyup, omuz çantamı da okul kapısının koluna asıp fotoğraf çekmeye başlıyorum. Yerde yığın olan, nedense kimsenin umursamadığı ve almadığı mendil paketlerinin oluşturmaya başladığı dağın fotoğrafını çekiyorum.

O arada konser zaten bitmiş, insanlar yavaş yavaş dağılmaya başlıyorlar, okulun kapısı kapanıyor... Arkamı dönüyorum, bir de bakıyorum ki çantalarım yok! Yaygarayı koparıyorum, kim aldı çantalarımı? Kimlik, cüzdan filan hepsi orada, vallahi hiçbir yere gidemem onlar olmadan. Kapı hemen açılmıyor. "Siz kimin lisesine kimi almıyorsunuz ya?" diye, daha da sinirleniyorum. Özellikle Gürcan'ın görevlileri ikna etmesi sonucunda içeri giriyoruz, eskiden çay ocağı olan yerde bir sürü ıvır zıvırın arasında çantalarımı aramaya başlıyorum geowyns ile birlikte. O sırada başbakan kapının dışında lacivert takım elbisesiyle görünüyor, hiç oralı olmuyoruz, içimden "şimdi bir şey derse, vallahi tutamam kendimi, çarparım elimin tersiyle kunduz suratlıya" diyorum. Görmezden geliyorum, en iyisi o. Bize bakıyor, bakıyor, bir şey demeden gidiyor.

Buluyorum çantalarımı sonunda, oh be diyorum neyse ki kimse almamış, bir şey de eksik değil içlerinde... O esnada kedi yavrusu görüyoruz bir tane; ama abartmıyorum, yüzük parmağım büyüklüğünde pespembe, tüysüz bir yavru. Kedi olduğunu nereden çıkardığımı bile bilmiyorum ama kediymiş işte. Serçe parmağıma tutunuyor bir bebek tutuşu gibi. "Bunu alıp beslemek lazım ama nasıl beslenir bu" diyorum geowyns'e. Bilmiyoruz.

Sonra uyandım. İlk düşündüğüm şey, "kediyi besleme ihalesi yüksek olasılıkla (ve umarım) geowyns'e kalmıştır" oldu, ben pek beceremem gibi geliyor çünkü. İkincisi de, bu rüyayla muhtemelen Askı'nın meşhur rüyalarının tahtını şöyle bir salladığım :)

Şimdi düşünüyorum da, kedi yavrusu daha ziyade, geçenlerde görüp panda yavrusu olduklarına inanamadığım şu yavrulara benziyordu. O zaman hayırlı bambular geowyns :)


Buz sıkıntısı


Neredeyse 3 aydır rakı içmediğimden mi yoksa buz sıkıntısı nedeniyle mi, ya da bazı insanları çok özlediğim için, hadi o da olmadı, Türkçe çok güzel bir dil olabildiği için belki, pembeleşen yanaklarımla oturakaldım. Çok düşünmeyeceğim bunları yazarken. Yazar yazmaz da yayınlayacağım gitsin.

"Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar" diye şarkı sözü yazıyorsunuz, sonra da kadın erkek beraber söylüyorsunuz. İnanılmaz ya. Söze bak. İnsan aşık olmamaktan çok korkuyor.

Aşkı bırak, bu korkuyu hiç bilmiyor ve bilmek istemiyorsunuz, o çok garip. Aşktan mı yoksa bu korkudan mı kaçtığınızı bile bilmiyorsunuz diye düşünüyorum bazen (az evvel Fırat Tanış "Yani"yi söyledi akustikhanede, biraz da ondan oluyor bunlar).

Neyse ben youtube'a kimseye etmem şikayet yazdığımda Zeki Müren'den önce Müzeyyen Senar çıktı, onunla avunuyorum şu an. Bir de bugün kurduğum gündüşleriyle. Sanki teklifimi geri çevirmemekle kalmamış; ben hiç öyle bir şey beklemezken elbiseme uygun kravat takıp gelmişsin gibi. Kibarlıktan bir adım ötede, bir isteklilik gösterir gibi neredeyse. İçinden geldiği için dans eder gibi, içinden geldiği şekilde dans etmen gibi. 

Beklemediğim bir anda elimi tuttuğun gibi. Tüm gündüşlerim arasında bir tek bu gerçekti.

Bunlara dev anlamlar yüklememek gerek biliyorum, biliyorum. Dev anlamlar yüklemiyorum (inan ki yüklemiyorum). Hoşuma gidiyor sadece. Hoşuma giden az şey oluyor benim. Hal böyle olunca ufacık şeyler önemleniyor, esniyor, uzun zamanlara yayılıyor.

Ben aslında hiçbir ortak yanımın olmadığı biriyle bir macera yaşamak istemiyorum. Hiç istemedim; öyle bir arayışım olmadı. Ben istiyorum ki ortak bir geçmişimiz olsun, birimiz bir filmden alıntı yapınca diğeri gülümseyebilsin, aynı okullara gitmiş olmak şart değil, aynı manzaralara bakmış olalım (Bu eskiden daha şiddetliydi, neredeyse bir eylül akşamı gibiydim. Artık o kadar hastalıklı değilim. Mecburen mecburen, mecburiyetten.) Ne bileyim, gün ağarırken bir parkta oturmak isteyişimin nedenlerini söylemek zorunda olmamak istiyorum. Bir şeye neden güldüğümü, başka bir şeye neden endişelendiğimi ya da küfrettiğimi açıklamayayım çünkü biz milletçe en çok bunları yaparız, yorulurum anlatırken. 

Hiç isteğim yok bir insana içinden geldiğim kültürü anlatmaya dair; dünya üzerinde bir kişiye rakıyı ilk içiren olmaktansa, daha önce seksen kadınla rakı içen birinin, istek şarkı yapabilmesini tercih ederim. Ne istediği önemli değil. Öyle bir ortaklık peşinde değilim.

Yine de işte mesajlar mesajlar; en azından zaman geçiyor. Arkadaşlarım benden çok heyecanlansın, falan. Büyük büyük konuşup da, tükürdüğümü yalamak da var ama :) Göze alıyorum, şu an çok cesurum, iki kadeh rakı içtim, bu misafire çıkarmalık kristal kültablasından bozma su bardaklarıyla muhtemelen 4 kadeh ediyordur o... 3 aydır rakı içmediğimi söylemiş miydim?


Sadece bir 50'lik rakı var yanımda, dinlenecek şarkı çok, düşünecek şey çok, yazacak şey daha çok çünkü çoktandır düşündüğüm şeyler de var daha düşüneceklerimin yanında. Buraya gelirken ilk, doldurduğum minik defterleri koydum valize.

Ah biraz da buzum olsaydı...

İyi geceler Türkiye'dekiler.



17 Eylül 2015, 22:57
Kumasi, Gana

knock knock joke


Bir vakitler neredeyse tüm yazılarımın etrafında döndüğü bir dostum vardı. Çok kırılıyordum ona, öfkeleniyordum; o umursamadıkça daha çok öfkeleniyordum, böyle bir takıntı haliydi adeta... En iyi arkadaşım olmasını istediğim, üstelik de bana en iyi arkadaşı olduğumu söyleyen birinin beni itip durmasına verdiğim anlamsız tepkilerdi o yazılar. Tepkilerim anlamsızdı ama yazılar için bunu söyleyemem. Güzel şeyler yazdım arada. Hala bazı benzetmelerimin tam anlamıyla onda karşılık bulduğunu düşünüyorum, "teneke adam" örneğin.

Bir gün gelip bu kızgınlığımın geçeceğini, ama bunun işlerin yoluna girdiği anlamına gelmeyeceğini de biliyordum. Ona da söylemişimdir bunu hatta. Söylemiş, hatta bu durumu kapanacak bir kapıya benzetmiş olmalıyım; çünkü bana şöyle bir yanıt verdiğini hatırlıyorum: "Omuz atar  kırarım o kapıyı, girerim içeri." 

Bir bakışın bile her şeyi anlatmaya yettiğini ve çalan şarkıların bir anlama geldiğini düşünen bir insan için, böyle büyük laflara inanmak, onlara dayanarak ayakta kalmak o kadar kolay ki. Yok olan, hem de ben bitiyorum diye bağıra çağıra yok olan bir dostluğu canlı tutmaya çabalamak... Nafile, ama kolay.

Neredeyse üç ay oldu, hiç konuşmadık. Hiç. Vedama gelmedi. Gelmesi ya da gelmemesi artık çok önemli olduğundan değil de, ertesi hafta gideceğimi bildiği halde gelmedi; sırf o haftasonunu ülkede geçirecek olan arkadaşımız ve tüm arkadaşları, arkadaşlarının sevgilileri de dahil herkes, herkes orada olduğu halde gelmedi. "Niye yok lan bu adam?" dendi (ben demedim), telefon edildi kendisine (ben etmedim), "ben onu zaten hep görüyorum" dedi gelmeyişinin açıklaması olarak (bunu bana söylemediler, kendim duydum). Biliyorum, ilgilendiği hiçbir şey yoktu orada. Birine sevgi göstermesi için arkasına saklanması gereken hiçbir şeyi vaat etmiyordu veda organizasyonum. Ama yine de bu denli bir açıksözlülük beklemiyordum.

Ülkedeki son haftam ışık hızıyla, üstelik bir mesai ve bir İzmir ziyaretini de içine katarak geçip gitti, son aile ziyareti, son şu, son bu, sonra da ben gittim. Bu arada bir kez aradı, ben İzmir'deyken. "İzmir'deyim" dedim. Bir kez de mesaj attı, saatler sonra gördüğüm, tek kelimelik bir şey. 

Tık, 
Tık. 

Kapıyı çaldı. Hemen cevap vermedim, endişelenmedi. Kapıyı kırmak şöyle dursun, zile bile basmadı. Arkasını döndü, gitti. Bir daha hiç konuşmadık, üç ay oldu neredeyse. Bundan sonra da özellikle konuşacağımızı sanmıyorum. Orada burada karşılaşınca kibar kibar naber'leşiriz. O bana Afrika maceralarımı sorar, ben ona altı ayı üç cümlede özetlerim, o kadarı da ona yeter. Muhtemelen kalabalıklarda karşılaşmışızdır zaten, kalabalıklar arasında kaynar gideriz.

Aradan bunca zaman geçtikten sonra o telefonu açmanın daha zor olduğuna (aramamasının nedeninin bu olduğuna) inanmak isteyen minicik bir parçam varsa da hala, bir şeyleri ayakta tutmaya yetmiyor. Bittiyse bitmiştir, dostluklar biter. O yazıları yazarken ölmediysem, şimdi hiç ölmem.

Ama gülmüyorum bu duruma, çünkü yazık. "Knock knock joke"lar komik olmuyor gerçekten de.


15 Eylül 2015
Kumasi, Gana

Bir minik Aydın mutluluğu


Aydın'daydık birkaç ay önce, bir canım dostumun nişanında. Yıllardır bir araya gelmemiş insanların buluşması da demekti bu organizasyon; hatta yıllar önce birbirini aramayı kesen insanların da... Yok aslında, öyle demeyelim: Yıllar önce, daha hiçbiri evli değilken kızın sevgilisi "bu çocuk neden sürekli seni arıyor?" diye kıskançlık krizine kapıldığı için kızın aramayı kestiği, çocuğun da bir süre sonra mesajı aldığı, diyelim... Çünkü bazı insanlara karşı cinsler arasındaki dostlukları oturup anlatmak, kabullenmelerini beklemek, ya da onların kıskançlık krizlerine boyun eğmek gerekir. Arkadaşım boyun eğmişti (ben böyle bir durumda ne yapmıştım, bilin bakalım).

O zaman çok üzülmüştüm yitip giden bu arkadaşlık için. Haddimden çok üzülmüştüm ve hırslanmıştım muhtemelen, çünkü durum beni hiç ilgilendirmiyordu aslında. Sadece çocuğun üzüldüğünü görüp üzülüyordum, başta soruyordu çünkü "beni neden aramıyor?" diye, kendimi kötü hissediyordum, "bilmiyorum" diyerek yalan söylediğim için, yalan söylediğimi tahmin ettiği için, tahmin ettiğini bildiğim için...

Bunlar geçiyordu aklımdan nişan yemeğine giderken. Şimdi kızın da, çocuğun da yanında eşleri vardı. Bakalım birbirlerine kibarca selam verip geçecekler miydi, eşlerini tanıştıracaklar mıydı, falan filan... Yine üstüme vazife olmayan bir merak içindeydim. Bunlar biraz da işsizlikten oluyor tabi. Koca grubun içindeki üç yalnız kişiden biri olunca dikkati böyle şeylere veriyor insan.  Bunlara ve fotoğraflara. Çok fotoğraf var o nişandan. Çiftlerin dans fotoğrafları.

(Kaan ve Yalçın'a teşekkür etmem lazım her zamanki gibi; özellikle de Yalçın'a. En boktan zamanlarda beni kurtaran, uzattığım el havada kaldığında tutan onlar oluyor. Bu kadar büyük bir hassasiyete sahip olacaklarını asla öngöremezdim.)

Neyse, masamıza oturduk. Kızla çocuk da yan yana oturdular, öyle denk geldi. Yanlarında da eşleri... Rakılar kondu, "ee daha daha nasılsınız"la başlayan sohbetler derinleşti. Bir ara baktım, çocukla eşinin yaşadığı şehir üstüne koyu bir sohbet başlamış, kız da tarihçi olduğu için konuşacak şey bol. Herkes birbirini evine davet ediyor, gülünüyor, eğleniliyor; sanki hiçbir şey olmamış, aradan hiç görüşülmemiş yıllar geçmemiş gibi, tıpkı eskisi gibi.

Aynı kara masada oturur gibi.

Onları izlerken neredeyse ağlayacaktım sevinçten. Ağlamam kimseye bir şey ifade etmeyecekti, dikkat çekmemek için kalkıp dolaştım ben de, kadeh filan tokuşturdum diğer masadaki arkadaşlarla. Muhtemelen kimse kimsenin evine gitmeyecek, hiç gerçekleşmeyecek bir "mutlaka görüşelim, kahve içelim" yalanı gibi unutulup gidecekti o planlar ama olsun. Benimle hiç ilgisi olmayan bu şeye başta nasıl üzüldüysem, şimdi de sevindim ben.

Küçük şeylerle mutlu olmadığımı söylerler bir de... Ben hiçbir şeyle bile mutlu oluyorum dostlar.

 

ergenlik sivilceleri

Güzel bir epigraf koysam yazının inandırıcılığı daha yüksek olurdu ama kitaplığım yanımda değil. Sonradan bulursam, dönüp eklerim.


Bugün bütün günümü önce yalnız ölmeyeceğimi düşünmeye, sonra da yalnız öleceğimi düşünmemeye çalışarak geçirdim ama başarılı olamadım. Düşünmesem de kendini hissettiriyor lanet şey. Midemden dışarı, yumruk darbeleriyle çıkmaya çalışan bu duyguyu görmezden gelmek pek mümkün olmuyor bu kadar bulantı içinde.
Genelde rol yapabiliyorum; ama bazen mutluluğunuz bana çok fazla geliyor. “Bunu görmek istemiyorum, bunu sakla, bunu gösterme, bu kişiyi takip etmeyi hepten bırak” hezeyanına yakalandığımı fark ettiğimde telefonu elimden bıraktım. Ne fayda, hepiniz oradasınız biliyorum. Kimse hatırlamıyor, kimsenin umrunda değil ama ben her gördüğümde hatırlıyorum: Sen benim en yakın arkadaşlarımdan birini aldatmıştın şekerim, ömür boyu mutluluklar dilerim. Senin yüzünden o kız iki ay kendine gelememişti, “she said yes” fotoğrafın çok hoşmuş tatlım. Hayatının yirmi beşinci aşkıyla (ya da yirmi beşinci “hayatının aşkı”yla) evlendiğin için çok mutluyum balım. En son sevgilinden ayrıldığında intihar ediyordun, öyle bir şey hiç olmamışçasına toparlandığına çok sevindim canikom.
Siz her şeyin en güzelini hak ediyorsunuz.

Gerçekten sevindiklerim de var, olmaz mı? Mesela bir arkadaşım var. İlkokulun ilk gününde, ilk ders öncesinde tanışmıştık. İkimiz de birbirimizi ayrı bir önemseriz bu yüzden. Anadolu Lisesi sınavlarına beraber çalışmışlığımız vardır, o solak olduğu için doğru yaptığı soruların yanına attığı “tick”lerin ters olmasını garipsediğim gibi saçma detaylar hatırlıyorum. Annelerimiz salonda oturup bizi çalışıyor zannederken fayansın üstünde kolonyalı pamuk yakıp neredeyse mobilyaları ateşe vermişliğimiz filan da vardır; benim gibi akıllı uslu biri için epey çılgın hikayeler sizin anlayacağınız... Yine beraber çalıştığımız bir gün, banyonun aynasında yüzüne krem sürerken görmüştüm onu, ergenlik sivilceleriyle başı derde girmeye başlamıştı daha o zamandan. “Bende hiç çıkmadı” demiştim. “Büyüyünce çıkar” dedi. Kalbim kırıldı. Kalbimin ne kadar kırıldığını o an anlamadım.
Farklı okullara gittiğimiz için koptuktan ve yıllarca görüşmedikten sonra Facebook sayesinde tekrar bir araya geldik bu arkadaşımla. Görüştük arada bir, daha çok uzaktan haberleştik, geçenlerde bir gün “burada olacak mısın Ekim’de?” dedi. Orada olmayacaktım Ekim’de. Üzüldü. Gerçekten üzüldüğüne inanıyorum. Ben de üzüldüm aslında biraz, orada olsaydım evlendiğini görmek isterdim. Aile ya da komşuluk ilişkileri gerektirdiği için değil, aynı sırada isteyerek yan yana oturduğumuz için edindiğim ilk arkadaşımdı ne de olsa. Ama ben biraz da üzülmedim. Kendimi o banyodaymış gibi hissettim çünkü yine. Kalbim öyle bir kırılmış ki şu an bile o anı, o banyo aynasındaki yansımasına bakışımı gözümün önüne getirebiliyorum ve aynı şeyi hissediyorum.
Benim neredeyse hiç ergenlik sivilcem çıkmadı. Bunun için üzülecek değilim tabi ki, ne iyi etmişler de çıkmamışlar. Ama ergenlik sivilcesi çıkaran herkes gitti. Herkes büyüdü, ben kaldım. Bu kadar çekilmezmişim demek ki. Bu kadar lanet bir insanmışım. Ukala, kibirli, sıkıcıymışım. Benimle beraber olmayı bırak, bir çay kahve filan içmeye bile değmezmiş. Çirkinmişim belki, bilmiyorum. “Patates”mişim. Gerizekalıymışım. Cahilmişim. Kötüymüşüm. 
Ya da tam tersi? “Onun için fazla entelektüel”mişim. Öbüründen çok daha kendimi geliştirmişmişim. Diğerinin yaptığı müzik bana uzaylı istilası gibi geldiği için o iş herhalde olmazmış. Belki iyi bir işim varmış, fazla kazanıyormuşum. Evim de ne güzelmiş. Bağımsızmışım da, kimseye ihtiyaç duymuyormuşum. Erkekler benden korkuyormuş.
Bunlar illa ki kendim için düşündüğüm şeyler değil. Fikir yürütüyorum; çünkü ortada bir derdin olması gerektiğine inanıyorum. Yani birisi bana çıkıp “seni aramadım çünkü evde ot içip 31 çekiyordum” diyebiliyorsa, onun ne kadar saçmasapan biri olduğundan bağımsız olarak, bende de bunu dedirten bir şey olmalı. Bir şey olmalı, olduğuna emin oldum yıllar içinde; ama ne olduğunu bulamadım. Sordum da etrafa, kayda değer bir şey söylemediler. Psikologlar böyle şeyleri düşünseler de söylemezler zaten. Beklemiyorum bunu. Rakı masasında, en sevdiklerin söylemedikten sonra...
Ha, o sevdiklerime de sinir oluyorum. Ne o öyle sanki benim bilmediğim bir şey biliyormuş gibi bir gülümsemeyle “o işler hiç belli olmaz” demeler falan? Tsss, sometimes. Bunu diyen herkes şu an evli, nişanlı yahut içinde mutlu olduğu bir ilişkiye sahip. Aynı kişilerin, yalnız oldukları zaman hiç böyle laflar etmediklerini bilmesem, belki azıcık güvenirdim. Ama biliyorum. Üç beş ay yalnız kalınca dünyanın en istenmemiş insanıymış gibi davrandıklarına şahit olacak kadar zaman geçirdim hepsiyle. Hepsinin hayatından seksen tane insan geçti benim yalnız olduğum asır içinde; evlendiler, boşandılar ve tekrar evlendiler hatta; ve tüm bu süre içinde, biriyle birlikteyken en mutlu olmak gibi, yalnızken en mutsuz olmak da onların tekelindeydi. Çünkü birinden ayrılmak hiç kimseden ayrılmamaktan daha büyük bir mutsuzluğa hak tanıyordu. Yani, kaç yıl kaç ay kaç gün olduğunu hatırlamıyor gibi yapmayı artık daha uygun bulduğum yalnızlığımla bile, mutsuz olmaya hakkım yoktu aslında. Ne konuşuyordum yani? Ne anlatıyordum, yeni bir şey mi vardı?

Hiç.
Velhasıl, kendini değersizleştirdiğini zannederek büyüdüğümüz herkes şahane birer insan evladı oldu birilerinin gözünde. Bana da şişe çevirmece oynarken “en büyük korkun nedir?” diye sorduklarında hiç sektirmeden “bir daha sevilmemek” demek kaldı. Dünyanın hangi ülkesinde olursam olayım hem de. Her gün, her dışarı çıkışım, tanıştığım ve ilgimi çeken her yeni kişi bu fikre atılan bir cila. Sivilcem de yok zaten, pürüzsüzüm vallahi. Pırıl pırıl parlıyorum artık yalnızlıktan.
Işıkları kapatabilirsiniz.

"Bana bakın, ben öyle tatlı matlı yazı yazamam."

Afrika'ya gelmeden önce, daha önce gelen onlarca kişiyle konuştum. Kimisi birtakım eğrilerden bahsetti: Şimdi şu noktadasın, vardığında modun düşecek çünkü "aman, nereye geldim!" diyeceksin, sonra yükselip zirve yapacak, sonra dönüşte yine düşecek, vb... Sayısalcı kafası. Kimi, dönüşte ülkesini ne denli garipsediğinden bahsetti, kimi ofise tekrar alışmanın sıkıntısından... Velhasıl, hepsi "zor" dedi. Hatta "gittiğim ilk iki hafta sürekli ağladım" dedi biri. Ne kadar abartıyor, diye düşünmüştüm duyunca. Hala da öyle düşünüyorum. Ağlamak zayıflık belirtisi olduğundan değil ama, gelir gelmez ağlamaya başlayacaksan "hiç mi heyecan duymadın?" demezler mi adama? Zorla mı gönderdiler, bu ne biçim gönüllülük?

Bana dediler ki, çok zor oluyor bazen uzakta olmak.

Açıkçası, uzakta olduğum için, burada yapayalnız olduğum için ağlamak isterdim. Onun yerine, memleketin haline ağlıyorum oturup. Yazık. Bizde sözün bittiği yer hiç bitmez ama, söyleyecek bir şey gelmiyor aklıma artık. İçimden de gelmiyor. Bugün bittiler galiba.

Yaşar Kemal'in 1962'de yazdığı bir yazıyı okudum birkaç saat önce. Ben "iyi olacak" diyemedim ama, en azından ağlamayı bıraktım okuyunca. Size de iyi gelir illa, hele de benden çok umut taşıyorsanız geleceğimiz hakkında...

Ben kendim, bu şehirden gittim de, yine de yeterince hayal kuracak yer bırakmadı bu nüfus cüzdanı bana.
 
10-11 Eylül 2015
Kumasi, Gana
///


Siz ne derseniz deyin, ben bıktım. Nah burama geldi. Neredeyse öfkeden, çaresizlikten boğulacağım. Kendimi kandırmaya çalışıyorum. İyi olacak, iyi olacak! Başkalarını da kendimle birlikte kandırmaya yöneltiyorum belki, iyi olacak, iyi olacak. Ne zaman? Çok yakın mı? Ya da bin yıl sonra mı? İşte onun orası belli değil. Ben sadece iyi olacak, diyorum. İyi olacak diyorum ya, siz ona bakın! On yıl, on iki yıl orman yazısı yaz… Git şu koskoca Anadolunun ormanlarını adım adım dolaş, yıkılmışlığını, yakılmışlığını gör, yurdun çöl olmaya doğru gittiğini gör, on iki yıl durmadan ha yaz, de yaz. Hiçbir ses çıkmasın. Sen yazdıkça onlar ormanı yok etsinler. Sonra, daha iyi olacak, iyi olacak. Halkın mağarada yaşıyor, aç, perişan, üstelik de sömürülüyor. Yıllar yılı bunu da yaz. Toprak reformu de, ağalar de, toprak ölüyor de… Hiç mi hiç ses gelmesin. Dünya sağır olsun… Sonra sen gene durmadan bağırtını sürdür. Buna can mı dayanır. Bu memleketin canına okuyan yobaz yasakları… Hiçbir yeni düşüncenin bu yurda girmesini istemiyor. Aman bu yasaklar gereksizdir, işe yaramaz, bizi öldürüyor. Siz bu vatanı sevmez misiniz, siz bu toprakların çocukları değil misiniz? Kim anlar, kim dinler… Kabile düzeniyle devlet idare edilir mi? Türkmen kabileleri çok uzakta kaldı. Etmeyin eylemeyin… Bizim atalarımız, diyorlar da bir şey demiyorlar. Var olsunlar, sağ olsun sizin şanlı atalarınız. Onlar iyimişler, hasmışlar ya, bu çağda sökmezler… Adam anlamıyor, ya da anlamak işine gelmiyor, elinde ok yayla, yalın kılıçla Altaylara gidip atalara karışacağı üstüne destanlar düzüyor. Arkadaş, ok, yay, yalın kılıç atalarının zamanında kaldı. Şimdi atom var. Atalarının devrinin düşüncesi, atalarının kılıcıyla birlikte, kodu da gitti. Şimdi atom çağıdır. Ataların çağında elde kılıç gider, Altaylarda teke tek dövüşürsün… Dövüşmenin, adam öldürmenin kutsallığını da yayarsın. Şimdi adam öldürmek kutsaldır dersen, senden iğrenirler. Harbetmek güzeldir dersen seni kınarlar, yabanıl derler, kan içici derler. Savunma kutsal, ama saldırma değil. Atom çağının getirdiği barıştır, sevgidir. Başka çare de yok… Anlamazlar, anlatamazsın… Bunlar insan soyunun ahmakları… İyi olacak, iyi olacak…

Bu yazar hep aynı şeyler tutturmuş… Sınırlı yazar… Ben de bıktım. Vallahi bıktım bu konulardan. Ama neyleyim ki göz görmüyor, gönül katlanmıyor. Bir zaman geliyor kendime söz veriyorum, bir daha böyle acılı konuları yazma, şöyle güzel sevinçli konuları yaz, bu memlekette hiç güzel şey yok mu? Var, var, var… Kendimi inandırmaya çalışıyorum. Bakın bizim memlekette güzel düşünen insanlar da… Buradaki, başı deri külahlı, keçe külahlı, eli oklu, ayağı çarıklı Turancı züppelerinin karşısında canını dişine takmış dövüşen, aklı söyleyen, çağımızın gerçeklerini söyleyen güzel insanlar da var. Onları övmeli… Gerçekten övülmeye değer insanlar…

Hep Anadolu’da kötülük görür, on yıldır bu yazar. Çirkinlik görür. Düşün bakalım aslanım, güzel bir yanı yok mu? Kilimi güzel, türküleri güzel, halayları güzel, kültürü güzel halkın… Bunlarla uğraşan kim, bunları kültürden sayan kim? Hepsi bir bir Köy Enstitüleri’nde canlanıyordu. O çirkin adamlar, o Kara Cephe, Karalar Cephesi, yerle bir etti en güzel şeyimizi…

Bakın Erciyes dağı çok güzel… Dümdüz bir bozkırın ortasından, bıçak gibi bir göğe doğru ağar. Ovanın, dünyanın pırıltılı aklığında…

Ben sevgiden, sevinçten söz açmak istemez miyim, delice, çılgınca, içim taşa taşa, bir sevinçten söz açmak istemez miyim? Ben sevinçli adamım. Bu dünya böyle olmasa, böyle kara, karanlık olmasa, ben sevinçten taşar coşardım. Yaradılışım karanlıktan çok aydınlığa, acıdan çok sevince… Ne çare, ne çare ki sevinmek gelmiyor elimden… Dostluktan söz açmak, ne güzel. Bir dostum var. Sıcacık eli var. Sevgi dolu gözleri var. Ne güzel yalansız, salt sevgi dolu bir insan eli sıkmak. Sıcacık, sıcacık… Ben deli olurum, insanlar karanlık karanlık, kuşkulu baktıkça bana… Bütün insanlar kuşkusuz, korkusuz, çıkar düşünmeden, düşmanlık geçirmeden içlerinden baksalar birbirlerine… İnsan, ne olur biliyor musunuz, sıcacık bir bahar güneşinin bahtiyarlığında duyar kendisini… Bahar güneşinde bir sevinç içinde gerinir. İnsan bir bahar çiçeği temizliğinde olur.

Şu koskocaman şehrin sokaklarında dolaşanların yüzlerine bakın… Yüz mü bunlar! Sararmış, uzamış… Gülmeyi unutmuş… Bu yüzler sevinci unutmuş. Sevmeyi unutmuş. Şöyle yürek dolusu, can dolusu, kucak dolusu sevmeyi unutmuş. Ağız dolusu öpmeyi unutmuş bunlar. Şöyle sağlıklı, kütür kütür öpmeyi unutmuşlar. Gözleri kırgın, yılgın, paslı… Kuşkulu, korkulu, düşmanca… Ben bu şehirden korkuyorum, bu şehirde hasta oluyorum, deliriyorum… İçimden her şeyi bırakıp kaçmak geliyor. Kirlenmiş, bitlenmiş, çamur içinde bir şehir. Dedikodu hastalığında, merhametsiz, sevgisiz, kazıkçı… Bu şehir karaborsacıların şehri… Bire bin kazananların, lüksün şehri… Ve bu şehrin dört bir yanını çamur deryası içindeki çerden çöpten gecekondulu, yüz binlerce insanın yaşadığı umutsuz insanların mahalleleri çevirmiş. Ağzını açmış, bir ejderha gibi duruyor.

Ben güzellikten söz açmayı istemez miyim. Ben karnı tok, sıklı peklikten söz açmayı istemez miyim… Ben insanların önüne güzel sözcüklerle, güzel bir dünya açmayı öylesine bir isterim ki, can atarım…

Sonra ben yazar olarak, capcanlı bir güneş altında sevişenlerden de söz açmayı isterim. İki genç, daha çiçeği burnunda. Kol kola yumulmuşlar… Bunu yazmayı nasıl, nasıl isterim… Ve bir yazar bunu ne güzel anlatır. Böyle şeyleri çok anlatmışlar, diyeceksiniz. Ama sağlıklı bir dünyada, bu sevginin anlatacak çok yeni, pırıl pırıl yönü de bulunur.

Ben kendim, bu şehirden gidemem. Bütün mümkünüm çarelerim kesilmiş. Ama böylesi bir dünyada da sevinemem. Hayal kurarım hayal. Işıklı, sevinçli, çiçekli, kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseden korkmadığı, kuşkulanmadığı, kimsenin kimseye düşmanca bakmadığı bir dünyanın hayalini kurarım. Kimsenin kimseye diş gıcırdatmadığı bir dünya… Gönlü gani bir adam sayarım kendimi. Bu kadarı bile bana yeter, bu kadarı bile beni mutlu eder.

Bir söz vardır. Derler ki, insanoğlu arsız bir yaratıktır. Gerçekten de arsız. Bu açlık yanı başımızda dururken, bu yoksulluğu, bu perişanlığı, bu kiri görürken gene de seviniyor, coşuyoruz. Size bir şey söyleyim mi, insanoğlu bütün bunların arasında bile güzel. Ya durumu bu olmasa… Kim bilir dünyayı ne cennete çevirir insanlar!

Bana şöyle küçücük bir dünya… Hiç olmazsa her isteyenin aşkla şevkle onuru kırılmadan çalışacağı bir dünya verin. Böyle bir dünyamız yok mu? Öyleyse susun. Öyleyse kimseye karamsar demeyin. Bütün bu karanlıktan size umut ışığı göstermeye gene de savaşırım. Siz de beni kınamayın, karalamayın.

Bakın bakın, ne geldi kalemimin ucuna… Ne geldi de durdu gözümün önünde? Bir gündü. Sıcak bir yaz günüydü. Diyarbakırın Kulp ilçesinin Şıkevtan köyündeyim. Şıkevt, mağara anlamına gelir. Bütün köyün evleri mağaralarda. Kayaya oturmuş kovuklarda. Halim Yıldız on tane çıplak, çırılçıplak çocuğunu elinden tutmuş, beşini bir yanına, beşini de bir yanına almış bana göstermeye getirdi.
“Ben Halim Yıldız, on çırılçıplak çocuğun babası… Ömründe gömlek yüzü görmemiş… ”

Bana bakın, ben öyle tatlı matlı yazı yazamam. Kırarım bu kalemi. Dileyen okur, dilemeyen okumaz.

Yaşar Kemal
21 Şubat 1962

Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne: Seçme Yazılar, sayfa 41-45. Yapı Kredi Yayınları 2014
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!