... yazı kalır.

bellatrix begins: batman gibi değil, anka kuşu gibi!

olmazkare

benden hoşlanıp hoşlanmadığını benimle sevişmeden anlayamayanla olmaz.

Onun adı İpek.

"Korprıt şirketlerde çalışan, nispeten hırssız insanların her gün çay ocağında, mutfakta, yemekhanede, asansörde, otoparkta gördükleri; birebir ilişki içinde olmadıkları diğer çalışanların yaklaşık yüzde 79'unun adını bilmedikleri, klinik deneylerle kanıtlanmıştır."

Örneklem mi? Benim.


Bizim masalar hep silinir mesai bitimlerinde, benimki, ben o temizlik saatinde ekseriyetle hala masada oturuyor olduğum için atlanır genelde. Ertesi sabah erkenden temizlenirmiş bizim masalar meğer, her şeyi buldukları gibi bırakmaya programlanmış temizlik görevlileri o kadar dikkatlidir ki, bunu hiç anlamayabilirsiniz bile... Size özellikle söylenmediği sürece.

Masamın etrafında kızlardan biri dolanıyordu, yenilerden, gençlerden biri belli. Bardak, kupa falan arıyor sandım, baktım yok ama o hala dolaşmaya devam ediyor; kulağımda kulaklık olduğu için de sesini çıkarmıyor hiç. Hoş, kulaklıklarım olmasa da ağzını açıp bir şey söylemeye çok çekineceği her halinden belli ya... Çıkardım kulaklığın tekini, "bir şey mi soracaktın?" dedim. "Adınız ne acaba?" dedi o an yokolup gidecekmiş gibi bir sesle. Ses değil, o yok olup gidecekti sanki, toptan.

Söyledim adımı. Tanışımak istiyor sandım, ne bileyim. "Senin adın ne?" dedim, şaşkınlıktan gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Söyledi, deminkinden daha da hafif bir sesle (bunun mümkün olacağını sanmazdım). "Memnun oldum" dedim, bir şey demedi, öylece baktı yüzüme. Sonra anladım amacının tanışmak olmadığını, "neden adımı sordun?" dedim. "Sizin masa sonradan silinecek diye not alacaktım da, masanızda göremedim adınızın yazdığı etiketi, kusura bakmayın" dedi.

(Ne gereksiz bir özür! Benden küçük insanların, benden kendilerini yaş dışında bir sebeple küçük gördükleri için bana siz demesinden de rahatsız oluyorum aslında. Ama buna karşı çıkmak sanki aramızdaki mesafeyi arttıracak gibi geliyor, çünkü ben ona sen demişim en baştan da sanki şimdi lütfediyormuşum gibi. Hatta belki hizmetliler kendilerine sürekli "kolay gelsin" dememizden de rahatsız oluyorlardır diye düşünüyorum zaman zaman, belki günde yüz kez sağolun diye cevap vermek yerine sus pus durmak istiyorlardır. Olamaz mı, olabilir, doğru. Ama bunu hiçbir zaman bilemeyiz.)

"Yok" dedim, "önemli değil, bak etiket de burada, dosyanın arkasında kalmış."
"Sağolun" diyerek uzaklaştı kızın sesi.

Aradan günler geçti, birbirinin aynı günler; defalarca gördüm kızı, artık etrafımdaki masaları sildikten sonra benimle konuşmadan etikete bakıp ismimi mırıldanarak uzaklaşıyordu, o kadar.

Bugün tekrar gördüm onu, bayan direktörün odasından elinde kendisi kadar, dolu bir tepsiyle çıkarken. Bir şangırtı koptu, kafamı kaldırdım, sanki ofisin koca camları kırılmış gibi bir ifade vardı kızın yüzünde. Korku ifadesi. "Ne oldu?" diye sordum, "müdür bardağı kırıldı" dedi.

Müdür
bardağı
kırıldı,
dedi.


"Müdür bardağı ne yahu?" dedim, dilimin ucuna kadar gelen be, son anda yahu'ya evrilmişti. "Kendi özel bardağı mı?"

"Hayır, müdür bardağı" dedi, "işte bu."

Aşağı doğru ovalleşerek daralan, saydam camdan bir su bardağının üçte biriydi gösterdiği. Her köşede, her bir milyoncuda bulunan ama bizimkiler içine günde8bardakmaydonozlusu koydukları için aniden özelleşen, yok yok hayır yahu, olur mu; herkeste olmadığı için, özel bir rafa konduğu ve üzerine münasip bir dille "herkes kullanmasın" yazıldığı için özelleşen renksiz, saçmasapan, alabildiğine sıradan bir bardaktı işte!



"Boşver ya" dedim, "söyleme kimseye bir şey."
"Teşekkür ederim, çok sağolun."

Ben mi? Niye? Duymazdan geldim anlam veremediğim bu iyi niyeti.

"Bir şey olur mu acaba? Vallahi bilerek yapmadım." dedi sesi titreyerek. Bir yandan da yerdeki kırıkları topluyordu.

"Ya boşver sen, yüz tane var içeride onlardan, fark etmez bile kimse. Ben de özel bardağı sandım. Söyleme sen kimseye, olmaz bir şey" dedim.
"Çok sağolun" dedi tekrar.
"Ben ne yaptım yahu?" dedim gülmeye çalışarak, kendimi iyi hissetmiyordum bu durumdan ötürü. "Bana neden teşekkür ediyorsun?"
"Olsun, olur mu, Allah razı olsun... Her şey gönlünüzce olsun" dedi kızcağız. Artık iyiden iyiye, annesinden terlik yemekten korkan küçük kızcağız görünümündeydi.

"Amin" dedim, "cümlemize." Artık benim sesimin de pek kararlı çıktığı söylenemezdi. Daha fazla uzatmadım.

Kız gitti. Ben kendimi çok kötü hissettim; ama eminim, belki çalışanlarının yarısından fazlasını ismen tanımadığım bu şirkette onun adını bilmiyor olsaydım, kendimi çok daha kötü hissederdim.

Onun adı İpek. Çalıştığı yerdeki insanlar ona "kolay gelsin" diyor.


(24 Temmuz 2012, Levent)

I'm not a fucking hipster.

Are you a f---ing hipster?
Your Result: You're not a hipster.
But you're treading on thin ice. I see you eyeing that beat-up s--- they sell at Urban Outfitters. If you want to be part of the music scene, be part of the music scene. If you're interested in fashion, be interested in actual fashion. You can do it, I believe in you!
You're not a hipster at all.
You're a hipster wannabe.
You're a f---ing hipster.
Are you a f---ing hipster?
Quiz Created on GoToQuiz

Fiyuv. Neyse.

yarindan sonra...

paris.

cunku abicim, ben bekleyemem istedigim yerleri onlari en cok beraber gormek isteyebilecegim insanla beraber gormeyi. bekleyemem o insanin ortaya cikmasini, keyfinin gelmesini, parasinin olmasini, falan, filan. ugrasiyorsa da dunya bunun aksine, kazandigim surece harcadigim en iyi para gezmeye giden para olacak. gezmeye, guzel muzikler dinlemeye, muthis kitaplar okumaya ve cok guzel saraplar icmeye ve gunde 44 kez gunbatimi gormeye ve dagin ustunden dogan aylara ve danslara.

nobody puts baby in the corner.

Tahsil cehaleti alır...


Yeni yönetmen başlamış işe, 35 yaşlarında ya var ya yok bir kadın. Kadın olması önemli çünkü kadınlar -üzülerek söylüyorum- erkeklerden daha hırslı değillerse bile öyle görünmeyi. egoları o kadar şişik değilse bile öyle göstermeyi bir şekilde başarıyorlar.

Bayan Yönetmen'in bence bir olayı yok, bu ünvana nail olmasında bir özellikli durum da yok. Baroya kaydolur kaydolmaz soluğu korprıt şirkette almış, adliyelerde hiç koşturmamış, benim anlayışımla "mecburi hizmet"ini yapmamış bir kadın avukatın gelebileceği en yüksek mertebe zaten bu. Önemli olan geldiği bu mertebeyi hazmetmiş olmak ama ağza aniden düşen armut bazı bünyelerde şaşkınlık yaratabiliyor.

Bayan Yönetmen ile tanışma şerefine nail olamamıştık; önce biz yoktuk ofiste, sonra da o. Dün ilk defa gördüm kendisini, hemen yanıbaşımdaki, iki günde kişisel odaya çevrilmiş eski toplantı odasına girerken, hiç selam vermeden pat pat yürüdü, iyi peki napalım, sonra kapıya çıktı tekrar.

Gülümsedim, güzel bir korprıt gülümsemem vardır benim, hiç anlamazsınız yalan olduğunu. Tanışacağız sandım, ondan. Hafifçe hareketlendim.

Ağzını açtı Bayan Yönetmen. "Kimin bu koliler?" dedi boydan boya camla çevrili odasının yan tarafında, yerde duran kolileri göstererek. Şaşırdım, insan ilk kez gördüğü ve kim olduğunu, ne iş yaptığını, bu tip insanlar için daha da önemlisi hangi mevkide olduğunu bilmediği biriyle ilk konuşmasında koliyi cümle içinde mi kullanırdı? (Demek alnımda yazıyordu küçük esnaf olduğum. Spor ayakkabıdan evrilen şeyler giymemek lazım belki de işe gelirken?)

"Bizim" dedim, departmanı da belirterek, sanki merak ediyormuş gibi. Sonra taramalı usüle geçti Bayan Yönetmen, "rica edicem kaldırın burdan bunları, olmaz ama böyle, size söylüyorum ama müdürünüze de söyleyebilirim, böyle çalışamıyorum ben mümkün değil yani, bu üçünü bu cama dayamayın bir kere, gerisini de, yani ne bileyim ofis ortamı böyle olmaz, bunları koyacak bir yer bulun..."

"Ama..."  diye araya girecek oluyordum, nafile. "Şunlar zaten gidecek..." diyordum, yok. Susmuyordu Bayan Yönetmen, çünkü -üzülerek söylüyorum- kadınlar erkeklerden daha boş konuşmuyorlarsa bile hiç susmayarak öyle görünmeyi başarırlar.

Kalktım yerimden sakince, kendisine doğru seyirttim. Anlamadı önce, acil aksiyon alıp kolilere girişeceğimi sandı herhalde. Bense yürüdüm ona doğru, elimi uzattım,

"Önce" dedim "Tanışalım."

Afalladı Bayan Yönetmen. Kendisine "evet, sepet, efendim" sözcüklerinin kombinasyonundan oluşan cümleler kurulmasına alışıktı belki. Belki de, kendisiyle tanışmak isteyenler hep erkekler olmuşlardı.

Elini uzattı istemsizce, adını söylemedi yine de (ne de olsa ben onu tanımak zorundaydım üst sınıfını tanıyan liseli gibi), bana adımla hitap ederek bu kez ve sizli bizli,

"Kolileri" dedi, "Lütfen halledin."

Kimsenin hayatında bir şey değişmemişti, sadece ben sakin tavrımdan ötürü müdürlerimden övgü alacaktım.

///

Bugün, artık bir patronu olduğu için olsa gerek, eskisi kadar havalı olamayan avukat hanım, Bayan Yönetmen henüz mesaisine teşrif etmemişken, müdürüme seslendi: "Selim'den ses var mı?"
_ İyiymiş, alıyoruz haberlerini.
_ Şimdi tüm işler size kaldı, değil mi? Komik çocuktu o, iyiydi. Gitmeseydi keşke. Hem zaten ben hep diyorum, sizin departman şirketin yegane zeki insanlarının olduğu bir yer. Kaçırmamak lazım bunları.

Müdürüm hiçbir şey söylemedi. Hiçbir şey. İyi denemeydi canım avukat, ama yemedik.

Bu arada "yegane" tektir, "yegane insanlardan biri" diye kullanılmaz. Çok istiyorsan "nadir" diyebilirsin. O da zorlamadır, ona da cevap vermeyiz, ayrı.



(Ha, Bayan Yönetmen birkaç ay sonra tutunamayıp işi bıraktığında kolilerin bir kısmı da hala orta yerde duruyordu bu arada.)

ayaküstü mantra


Eğer uzunca bir süredir gergin olması doğal karşılanabilecek bir insana anlayış gösterdiysen, göstermeye devam et.
Aksini yapmak gerginliği arttırmaktan başka işe yaramayacaktır.
Sus, çünkü ağzından çıkan her şey ters gelecektir.
Sen terslendiğin zaman da sus, eğer mümkünse.
Hele sen de halihazırda asabi biriysen. 

İnsanların kendi dertleri bazen başka herkesinkini gölgeler,
bırak sana da müdürün açıp sorsun neyin olduğunu. 

Herkesin kendisiyle ilgilenmesi gereken bir zaman dilimi olduğunu aklından çıkarma.
Sen de bunu yap hatta.
Aileni, arkadaşlarını, işini ikinci plana atarcasına yap bunu.
Kısa bir süre, sadece kendinle ilgilen.
Olabildiğince.

psiko

Psikologların hep aynı şeyi yaptığına, dolayısıyla iyi psikolog denen kişinin pazarlaması iyi yapılmış, belki de daha çok yayına sahip olan, yani akademik olarak önde olan insan olduğuna inandım hep. Yani iyi psikolog veya kötü psikolog diye bir şey aslında yokmuş da, ben zaten bildiğim şeyleri anlatıp, kendime itiraf ettiğim ama yüksek sesle söylemediğim şeyleri birine söyleyip rahatlayacakmışım ve zaten tüm olay da buymuş, psikoloğun ne kadar iyi olduğu benim gibiler için pek bir şey ifade etmezmiş, gibi.

Tabi hayatımda hiç psikoloğa gitmemiş olmam, oturduğum yerden sallamama sebep oluyor ama... Ne bileyim, böyle inanmışım işte. İster "ona o kadar para verilir mi yea"cı tutumumun bir tezahürü, isterseniz de ego deyin. Ben içimden anlatabileceklerimi geçirirken birtakım sonuçlara varıyorum hep. Bunların bir kısmı hiç hoşuma gitmeyen şeyler de oluyor. Size anlatacak değilim bunları elbette. Hem de burada. Hem de şimdi.

Mümkün değil.

Ama birine anlatsam iyi olacak.





it's probably him

bir daha veda etmek istemediğim @kitschest'e;
çünkü şarkılarımı tamamlayan insanlar önemlidir.



Bir parıltı eksikliği var bu ofisin insanlarında. Aptallık, eğitimsizlik, cibilliyetsizlik değil aslında (tamam bazılarında bunlar da var ama), oturup muhabbet etmek istemiyorsun. Yalnız yemek yemek seni rahatsız etmiyor, çünkü muhtemelen 2-3 uzaktan tanıdığın yanında daha çok sıkılacaktın. Değil öğlen Starbucks'a gitmek, tamamen yalnız kalacağın bir yer arıyorsun ki en azından kitap oku - en iyisi o değil mi?

Bir tek senin bölümündeki insanlar var, onlar en iyileri, en parlakları bu güruhun içinde (bir tanesini ayrı tutmak zorundasın ama!). Onlarla aynı frekansta olduğunu kanıtlıyor yaşadığınız her an, masa arkadaşın mesela, eski ofis arkadaşın olan aynı zamanda. saçmasapan bir işin ortasında, fark etmeden bir şarkı mırıldanırken sen, "it's hard to say it, I have to say it-" diye,

"it's probably me" diye tamamlayan adam.

Böyle bir parıltı işte, bir parmak şıklatması kadarcık ve o kadar önemli.
 
 
(23 Mart 2012 - 10 Temmuz 2012, İstanbul)

moses

başarısız nekromantiğin kendisiyle günlük hesaplaşması

çünkü artık cesur olmamak da bir işe yaramıyordu, artık kendimi öyle veya böyle daha iyi, daha kendinde, güçlü ama daha nazlı, daha dişi hissetmiyordum.

çünkü artık insanların bir şeyi anlayıp anlamadıklarına, neyi ne kadar anladıklarına, ne dinleyip neye yorduklarına kafa yoracak takatim kalmamıştı.

çünkü artık çok sıkıldım herkesten ve her şeyden.

çünkü ben kimseyi diriltememiş, karşılığında da kimseyi öldürmemiştim. bunları yaşayarak da, yazarak da yapamamıştım. kendisini diriltecek birini bekleyen kimsenin biri ben değildim, dolayısıyla, sadece benim hissettiğim üç beş şeyin hayat memat meselesi olduğunu iddia edecek kibre sahip değildim.

çünkü bazı şeyler çok önemsiz, bazıları ise çok önemli olduğu için yazılmamıştı zamanında.


"neden şimdi?"nin cevabı budur.

Çay

Çay:

Fa çāy چاى 1. yapraklarından içecek yapılan bir bitki, camellia sinensis, 2. bu bitkiden yapılan içecek (= Rus çay a.a. ) ~ Çin ça' 茶 a.a.

Çin kökenli olan bitki 17. yy ortalarına doğru Batı Avrupa ve Rusya'da tanındı. Asya ve Doğu Avrupa dillerinde Gwangdong lehçesinden alınan ça' biçimi yaygınken, Batı Avrupa dillerinde aynı sözcüğün Xiamen lehçesinden Holandalı tüccarlar vasıtasıyla alınan biçimi benimsenmiştir. Türkçe sözcük doğrudan Portekizlilerden, veya Portekiz vasıtasıyla ulaştığı Hindistan'dan Farsça yoluyla alınmış olabilir.

Türkçe sözcük ilk kez Damadzade Ahmed Efendi'nin 1731 tarihli Çay Risalesi'nde yaygın kullanım buldu.

Kaynak

Türkiye'de Çay:

"Anadolu'da çay içme alışkanlığı başlangıcının 17.yy.'a kadar gittiği bilinmektedir. (...) Şu anda, toplanan yaş yaprağın %65'i Çaykur'a ait 45 yaş çay fabrikasında işlenirken, özel sektöre ait olan ve sayılarının 300'ün üstünde olduğu tahmin edilen irili ufaklı yaş çay fabrikaları ile toplam yaş yaprağın %35'i işlenmektedir. Mevcut üretimle iç talep tamamen karşılandığı gibi ihracat da yapılmaktadır."


"gel de aşkımdan köpek ol sürün demedik amk yani. ama işte eğlenirdik, sohbet ederdik, belki bir şeyler içerdik. ne var fena mı olurdu?"

   

Çay içebilirdik mesela; aslında tek istediğim çaydı. Türkiye'de ne çok bulunan, yetmezmiş gibi yurtdışından da şekillerce getirilen çay. Demlik poşeti, sallama, bergamutlu, naneli yeşilli, rezene, papatya filan değil; dümdüz lan, dümdüz bir bardak demli çay. (Bir dümdüz çay hiçbir zaman dümdüz bardakta verilmemelidir gerçi.)

Ama içemedik o çayı, içmek istemedi adam. Ben benzetmenin karşılayabileceğinden çok fazla çayı, hep yalnız içtim. Acaba kahve mi demek icap ederdi en baştan? Benzetmenin gerektirebileceği kadar kahve içebilir miydik?

Bilmiyorum. Hiç bilemeyiz. Cevabını bilme ihtimalimiz olmayışı zaten bana bunu yazdıran. Sıcak bir yaz günü, daha da sıcak olarak ama; harareti alsın diye yazılarak. Yazı, harareti alır.

Güzel bir hikayemiz olur sandımdı. Belki de olurdu. Asıl önemli olansa, bizim -ikimizin de- herhangi bir hikayeyi güzel anlatacak olmamızdı. Anlatırdık çünkü, bal gibi de okurdunuz.

Ben herhangi bir hikayeyi güzel anlatacak adamları sevdim hep. Sevmemek için bir fırsat verilmediyse bana, o zaman da çay kadar seveceğimi sandım onları. (Sevmek de ne korkutucu kelimedir bazısına, değil mi efendim, hoşlanmak diyelim biz ona, gönül kayması filan. Tamam korkma. Geçti.)

Skor tabelasına gözleri dikmiş seyirci gibi, her artan sayıda sevindim. Daha bana anlatılmadan birçok şeyi biliyordum; sinir olacağı, acayip kıskanacağı şeylerle karşılaşacağını bilerek insanı araştırmanın müthiş bir tarafı vardır: Zeytinyağlı yemekteki toz şeker veya bitter çikolatadaki acı biber gibi.

Kendim de yapmadım üstelik, ben anlattım, başkaları daha çok merak edip didikledi. Biliyorlardı, anlattığım adamlar bir süre orada (burada?) bir yerde kalacak demekti, ben daha anlatacağım, bok varmış gibi onlar da beni her gördüklerinde soracaklar, bir süre sonra o soruya cevap vermenin beni üzdüğünü fark edip tarihin tozlu sayfalarına bir adam daha gömeceklerdi ama biliyorlardı yine de, ben boşa ve boşuna bahsetmezdim kimseden. Yüzümde yok yere bir sırıtış olmazdı, zaten ben herhangi bir anda gülerken objektiflere yakalanan biri değildim. Objektiflere yakalanmadığımdan bir, herhangi bir anda gülmediğimden iki.

Dalga da geçtiler benimle pezevenkler. "Sorry bro!"ların arasında parantezli harfler, "800 olduk mu?"lar filan. Kızmadım ama. Bana zaten bildiğim şeyleri hatırlatan şeylere kızmam ben. Hem daha o zaman kabullenmemiştim çay muharebesini kaybettiğimi.
Kaybetmek de denemez ya buna.
(Bu da züğürt tesellisi.)

Yok yok, kaybedecek bir şey yok ve hiç olmadı.
Yok yok, korku da yok zaten.
Sadece karın ağrısı.


(noktası 08.07.2012'de Heybeliada'da konan eski yazı)


Creme de l'entreprise

Kızın teki geldi bugün bizim bölümün oraya, genç, üstünde nenemin tayyör diye adlandıracağı bir siyah-beyaz elbisenin modernleştirilmiş hali (üstelik daha ilk kez giyildiği belli). Saçlar fönlü, topuklar yüksek, yaş küçük... Biraz daha uzatırsam Tamirci Çırağı'na bağlayacağım, o yüzden konuya giriyorum.

Kız, yanında kendinden de küçük bir kız daha getirip yandaki direktör odasına sokmaya kalktı; sonra korprıt firmada işe girenlerde doğuştan var olan bir hiyerarşi sezgisiyle olsa gerek, vazgeçip dışarı çıktı. Yanda bizi gördü, kendini tanıtma veya bizimle tanışma ihtiyacı duymadan şunu dedi:

_ Hukuk'ta staj yapacak yeni arkadaşı getirdim de, sanırım kimse yok şu an.

"Yok" dedik, "sen kızı bırak git, o bizim stajyerlerle otursun burada, avukat hanım gelene kadar."

Kendini tanıtma ihtiyacı hissetti sonra ("neden sonra" belki de daha iyi oturur buraya)

_ Ben İK'nın yeni asistanıyım. İşe başlayalı 1,5 hafta oldu (buçuğunu sayacak kadar az, evet) Memnun oldum.

Ortamdaki en kıdemli insan bendim:
_ Memnun olduk, klinik araştırmalar ekibiyiz biz de.
_ Ayyy klinik araştırmalar mı, umarım bir daha hiç karşılaşmayız!
_ Sen bilirsin.

İK'cıların bu tavırlarına alışkın olduğum için çok sakindim. Sükunetim EQ'sü düşük insanlarda ve erkeklerde "trip atıyor" olarak algılandığından, kız gereksiz birtakım jest ve mimiklerle kendini açıklamaya girişti. En az Joey kadar yanlış bir "havada tırnak işareti" yaparak:

_ Hayır yane klinik araştırma deyince hastane, hastalık, hep üzücü bir şeyler filan, kötü oluyorum.

Aynı ifadesiz suratla "sen" dedim, "bir ilaç firmasında çalıştığının farkında mısın?"

_ Farkındayım tabiy, hatta buraya girmek için çok uğraştım. Çok mutluyum, ^ihi^.


"Hayırlı olsun" dedim, daha ne diyeyim, "asıl bize hayırlı olsun" dedim içimden. Bu kız, bu geveze ve "şaka yapmıştır o canım" kız, şirketin tam orta yerinde duruyor. Bir pazarlamacı, satışçı, finansçı değil; hepsine aynı mesafede olması gereken bir yerde konumlanmış ve bunu bilmekten daha önemli bir işi -bence- yok.

Hep aynı kaliteyi korumayı başaran insan kaymaklarına, yavaş yavaş ama kocaman çapçaplı bir alkış...
Related Posts with Thumbnails

bencileyin

Fotoğrafım
iyiyim, kötüyüm, mutluyum, mutsuzum, güzelim, çirkinim - herkes kadar. çok şey bilir, her şeyi hatırlarım; çöp beyinliyimdir. bana alttan bakarsanız bir tanrı görürsünüz (temsili). müzik dinlerim, sadece yalnızsam veya sarhoşsam bağıra bağıra eşlik ederim; yoksa insanları düşünürüm aslında. ve severim. insanları severim; bazı insanları daha fazla, bazılarını çok çok fazla, boyumdan büyük severim. sonracıma, okurum. bir de yazarım; iyi, kötü, mutlu, mutsuz, güzel, çirkin - herkes kadar.

basılı materyalin hastasıyım!

read the printed word!